CAN YÜCEL İLE ANI KIRINTILARI (3)
15 Ağustos 2024, Perşembe 16:18oto: Datça - Knidos - 1997
Bugün, Can Baba'yı kaybettiğimiz karanlık gün. Biraz teselli bulmak, ruhumu rahatlatmak, içimi dökmek istiyorum. Haddimi aşabilirim; kimse kusura bakmasın.
Bir ilkbahar günü, Can Baba'yla Knidos'tayız. Babayı limanda, lokantada içkisiyle, şiiriyle, kendisiyle baş başa bıraktık. Knidos fenerine doğru yükseliyoruz. Arkada bir yerlerde Can Yücel'in kıymetlisi, kontesi, biricik eşi Güler Abla da var. Sırtında çantası, eğilmiş dağ çiçekleri topluyor. "Ben de gencim, benim sizden neyim eksik!" dedi. Offf-pofff yapmadan, hiç su koyvermeden fenere kadar bizimle birlikte tırmandı.
Şimdi yine anılar deryasına biraz derinleşerek dalalım. Can Baba'nın kumluk koyunda Köse Mustafa Abimizin çay bahçesinde oturmuş, birasını yudumlarkenki dellenmiş, celallenmiş hallerini anlatalım, hislerine tercüman olmaya çalışalım. Elbette böyle keskin bir zekanın, kültürü engin bir deryanın ruh hallerinin tahlili benim haddimi çok aşar. Ama uzunca bir süre içki masalarında kadeh tokuşturunca, ister istemez yaldızı dökülüyor; içindeki ben ortaya çıkıyor insanın.
Zaten Can Baba kendini pek saklamaz, yaldızlamazdı. Neyse, oydu.
Can Baba aslında yalnız, çileli, kahırlı, acılı bir insandı. "Bedenimi içki teskin edebiliyor, ruhumdaki fırtınaları şiir ile, küfür ile dindirebiliyorum," dediği çok olmuştur. Dile kolay... Sırf sanatçı olması, şiirlerinde konuşmalarında halktan emekten yana tavır alması nedeniyle hapislerde çürümüştü Can Baba. Sistemin tokadını yemişti. "Bu güzelim ülkede, bu ananı goduğum Amerikan uşağı Ankara'daki soytarı politikacılar olmasa, bu halk daha rahat yaşardı," gibi laflar dilinden hiç eksik olmazdı. Celallendiği, dellendiği, kahırlandığı zaman.
Hele hele şu lafı çok duymuşumdur kendisinden: "Çocuk, içki içmeden, küfür etmeden, şiir yazmadan beynimdeki fırtınaları durduramıyorum. İçimdeki okyanusun azgın dalgalarını dindiremiyorum."
O gün kumluktaki çay bahçesinde... Güler Abla kumluk koyunun sığ sularında bir dalıp bir çıkıyor; biz de içimizdeki fırtınaları bira şişeleri ile dindirmeye çalışıyorduk. Ama, fakat, lakin... Yanımızdaki masada da fırtınalar esiyordu. Rahmetli Neriman Köksal suratlı, Suzan Avcı tavırlı, suratı saçı boyalı, takmış takıştırmış, tepeden tırnağa altın kaplama, parmaklarının neredeyse hepsinde altın yüzükler parlayan, etlice-butluca, orta yaşlıca sosyetik giyimli (!) bir kadın, birilerine "ver-yansın" ediyor, emirler yağdırıyor, etrafa duyurmak istercesine bas bas bağırıyordu. Ama masasında muhatap yoktu. Kendi kendine gelin-güvey oluyordu. Can Baba'nın arayıp bulamadığı bir şeydi. Bayılırdı böyle sıra dışı davranışlara, çatlak insanlara. Pür dikkat kesilmiş kadını dinliyor, çocuksu bir muzırlıkla tebessüm ediyordu. Hissetmiştim... Fırtına yaklaşıyordu.
Okunma Sayısı: 185
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişdir.