ASLAN HEMŞEHRİM
25 Ekim 2021, Pazartesi 17:03*Çarşamba'dan Fransa'ya(Strasbourg'a)
*Türkçe'ye kaç sözcük kazandırmıştır, bilen yok…
*Tiyatrocu, şair, yazar, yönetmen, GS. Liselilerinin daimi abisi…
*Siz benim yazdığımla bırakmayın, Kalemimin Sapını Gülle Donattım anı kitabını mutlaka okuyun.
“-İstanbul'a ikinci gidişim. İlki gemiyle Samsun'dan gemiyle gene bir yaz sabahıydı. Beş yaşındaydım. Gemiye ulaşmak için, kıyıdan sandala bindik. Yanımda, annem, babam ve üç yaşındaki kız kardeşimle…Annem ve babam İstanbul'u biliyorlar. Evlendiklerinde bir süre orada yaşamışlar. Fatih'te oturmuşlar. Annem orada hamile kalmış, bana. Babam dede evinde doğmamı istemiş. Annem hamileyken, İstanbul'dan Çarşamba'ya gelmişler. Babam Belediye başkanı olunca bir daha İstanbul'a dönmemişler.
Fatih'te annem ve babamın oturduğu merak etmiştim ilk kez. Çünkü tohumum orada atılmış…
Galatasaray lisesi sınavlarına götürülüyoruz. Ellişer ellişer bizi çağırıyorlar. GS lisesinin kapısı ne güzel öyle. Giriyoruz sınava. Teker teker oturtuluyoruz sıralara. Sorular çok zor. Kurşun kaleminin ucu kırılıyor sürekli. Neyse sona doğru sorular kolaylaşıyor. Sınavı kazanınca, amcam bana GS rozeti hediye ediyor.
GALATASARAY YILLARI…
İlk yıl Fransızca okuyoruz. Adi Fransızca yazıldığı gibi okunmuyor, okunduğu gibi yazılmıyor. Mösyö Arditi tek kelime Türkçe konuşmuyor. Türkçe bilmediğinden değil, çok iyi Türkçe biliyor. İlk gün Fransızcayla girdi adam sınıfa, sen anla anlama, öyle konuşuyor adam. Nasıl olduysa bir gün söktük Fransızcayı. Hatta aramızda Fransızca şakalar yapmaya başladık. Hatta İstanbul'daki bazı semtleri Fransızcaya çevirmeye bile kalktık.
Kimi cumartesiler yengem bizi tiyatroya götürüyor. Bu cumartesilerin ilkinde Fatih şehir Tiyatrosu'nda tiyatroyla tanışıyorum. İlk kez tiyatro görüyorum. Cahit Atay'ın Pusuda ve Sultan Gelin…oyunları oynanıyor. Cilali İbo diye tanıdığımız Feridun Karakaya'yı sahnede görünce çıldırıyorum. Çok seviyorum tiyatroyu. Ondan sonra on beş günde bir gidiyoruz tiyatroya…Vasfi Rıza, Bedia Muvahhit, Vahi Öz, Fadıl Garan, Ertuğrul Bilda gibi oyuncuları izliyorum. Tiyatronun büyüsü çarpıyor beni. Oyun bitince hiç çıkmak istemiyorum salondan. Eğer öksürüğüm varsa, tiyatroya gitmeden önce, Edirnekapı'daki kurukahveciden okaliptüs alıyoruz, emiyorum. Öksürmemek için tabii ki. Tiyatroda öksürülmezi öğreniyorum.
Bir de baktık haşırt diye liseye geçtik. Yani ortaokulu bitirmişim.
Yıllardır bana yaş günlerimde, sadece nasihatler yazan küçük kağıtçıklar hediye eden, babam, başkalarının babaları gibi önemli okulları bitirdiklerinde, bana alınmayan hediyeleri biriktirmişti. Kaçarı yoktu. Ne istersem alınacaktı. Yazı makinesi istediğimi belirttim. Babam durumu şaşkınlıkla karşıladı. "Arzuhalci mi olacaksın sen oğlum!..."Kem küm ettim. Arkadaşlarımın ödevlerini daktilo ile yaptığını falan anlattım. Babam da oğlum öteki çocuklardan geri kalmasın diye gıcır gıcır Remington marka bir daktilo almıştı Karaköy'den. Cumartesi pazarları şiirlerimi daktiloya çekmeye başladım.
Tahir Alangu ile edebiyat başladı"Mollalar, o önünüzdeki, üstünde 'edebiyat 'yazan kitap okunmayacak! Ananıza babanıza söyleyin, size birer Sait Faik külliyatı alsın…Haftaya edebiyat! Bu ders serbestsiniz. , ne isterseniz yapın" diyerek çekip gidiyor sınıftan. Bir ay içinde herkes Sait Faik'i hatmetmiş durumda.
Tahir Alangu, her gün bir başka yazar tanıtıyor bize. Ufkumuzu açıyor durmadan. Tahir Baba, kimi gün Çehov, kimi gün Homeros…Derken Kalevela Destanı..Daha sonra henüz dilimize çevrilmemiş olan Henrich Böll, Friedrich Dürrenmatt gibi yazarları….Sınıfta neredeyse herkes öykü yazmaya başlıyor.
Birinin ukala velisi, müfredat programını uygulamıyor diye, Milli Eğitim Bakanlığından müfettiş istemiş. Ankara'dan müfettiş geliyor. Sınıfa sokmuyor müfettişi:"Arkadaşlarımla edebiyat görüşüyoruz. Edebiyatın teftişi olmaz, çok ayıptır…" diyerek yol ediyor, müfettişe. Müfettiş de hiç böyle bir adam görmediğine şaşıyor!
Bir gün o dolma parmaklarıyla, sen…sen…sen yazar olacaksınız. Sakın peşini bırakmayın. Günlük tutun. Gösterdikleri; Nedim Gürsel, Selim İleri, Mahir şaul, İzzet yasar, Ferhan Şensoy
CHARLES DE GAULLE TÜRKİYE VE OKULUMUZU ZİYARETİ…
1968/1969 da onuncu sınıftaydım. O yıl Türkiye'yi ziyaret eden De Gaulle (Dögol)okulumuzu da ziyaret programına koymuştu. Adam eylülde gelecekti, ancak kasıma sarktı. O gelecek diye, okulumuza kadar olan tüm yollar birkaç kez yenilendi. Yollara harcanan paralar yüzünden, bizim yemekler kısıtlandı. Hafta üç çıkan ünlü GS pilavı bire indi. Genelde mercimek, nohut biçimi askeri tabldot uygulanmaya başlandı. Biz de bunlar De Gaulle yüzünden oluyor diye, beynimizde bir Dögol düşmanlığı geliştirdik.
Neyse günü geldi, dışişleri bakanımız, GS'lı abimiz İhsan Sabri Çağlayangil ile geldi Dögol. Alkışladık!
Biz Dögol'u sıradan kazma bir asker sanırdık. Adam bir konuşmaya başladı(tabii ki Fransızca) Adam, çok etkili konuşuyor. Cümleler, kelimeler yerinde, nazik, vurgulu…Konuşmasının içinde Baki'den, Fuzuli'den, divan edebiyatından Fransızca çeviri alıntılar söylüyor ve bütün bunları bir kağıda bakmadan yapıyor. Gözümüzün içine bakarak söylüyor. Sus pus olmuştuk.
O gittikten hemen sonra, Yüksek kaldırım'da şapkacılara koşup lazımlık biçim şapkasının tıpkısını yaptırdım ve bu şapkayı başıma takarak, okulda Dögol gene aynı stilde konuşuyor, ama biraz bizim okulun iç işlerini biliyor ve yarı Fransızca,yarı Türkçe bir GS Fransızcası kullanıyor. Yemeklerin bomb.klaşması ve diğer şikayetleri dile getiriyor. Bu taklitlerim çok beğeniyor: akşam etütlerinde arkadaşların tekrar tekrar istekleriyle yeniden yeniden oynuyorum…Dögol'ü, müdürü oynuyorum. Yataklar çekiliyor, başka yatakhanelerden gelenler oluyor. İzdiham yaşanıyor. Tam oynarken, bir arkadaş"müdür!" deyince, herkes kaçışmaya başlıyor. Ben müdürle burun buruna geliyorum. Az önce oynadığım adamın taa kendisi. Meğer o da arkada çaktırmadan beni izliyormuş, müdür gülmesini tutamazken , beni de azarlamadan edemiyordu…
STRASBOURG DEVLET TİYATROSU…
Strasburg D.Tiyatrosu'nun arka bahçesi, konservatuar girişi. 200 kişinin üstündeyiz. Bahçeye sığamıyoruz. Herkes çok özgür ve spor giyimli, tek boyunbağı, gömlek, ceket konumlu tip benim. İş görüşmeye gelmiş gibi halim var. Adayların çoğu Fransız. Fransız olmayanlar da, Belçikalı, İsviçreli, Faslı, Tunuslu, Cezayirli. Bir Alman kız var. Onun da annesi Fransızmış. Herkes ana dili gibi konuşuyor Fransızcayı…Ben konuşmak için, önce kafamda cümlemi kuruyorum, sonra konuşma eylemine geçiyorum.
Benim adım okunmuyor. Alfabematik sırasıyla mı çağırıyorlar? Başvuru sırasına göre mi çağırıyorlar? Bir de gelmeyen var, sabahtan beri ara sıra onun adı ünleniyor. "Mösyö Fernand Sansua, Mösyö Fernand Sansua"O kimse, o tip biri yok, gelmemiş. Başka birinin adı çağrılıyor. Çekip gitsem mi şuradan? Ağlamak istiyorum. Her çıkandan sonra ısrarla o gelmeyen inek "Fernand Sansua" nın adı okunuyor. Yok kardeşim, adam gelmemiş, Allah Allah, beni çağırın artık! Bayılmak üzereyim (…)
Çıkın sahneye! Diyorlar. Benimle ilgili değiller, kahve makinesinin oradalar. Sahneye çıkarken tökezliyorum, düşecek gibi oluyorum, toparlanıyorum. Kendi yazdığım bir şeyi oynayacağımı açıklıyorum. "Fransızca mı yazdınız?" diyor pos bıyıklı. "Nerede öğrendiniz Fransızcayı?" "Liseyi Fransızca okudum, İstanbul'da, lö lise dö Galatasaray", "Kaç yıl yani? "Aşşağı yukarı bir asır " diyorum. Gülüyorlar. Başlıyorum Dögol numaramı oynamaya. Jüride kıkırdama oluyor. Kahve makinesi grubu da masaya yanaşıyor. Gömleği blucinden taşan gülüyor. Pos bıyıklı gülüyor. Frenkçe kahkahalar arasında indiriliyorum sahneden…
NOT: Tabii anladınız Mösyö Fernand Sansua Ferhan Şensoy(O.K.)
FERHAN İÇİN BİRKAÇ CÜMLECİK…
Öyle bir kötü durumda ki ülkem, ekonomiden siyasete,kadar kapkaranlık bir dönemden geçiyoruz. Böyle bir dönemde Ferhan'la hem düşündürmeye, hem onu anmaya, hem de sizlere bir demet gülücük sunmak istedim.
Ferhan Şensoy, çağının aydınıdır. Örneğidir. Zamanla bu daha iyi anlaşılacaktır. Gün gelecek şu renkli ekranlarda onun eserlerini izlerken, yok yahu bu adam bu ülkede mi yaşadı? Diyecek izleyenler…
Oysa Ferhan, o bildiğimiz yazarlar gibi çok sıkıntılı bir ortam ve ailede yetişmedi. Ne bileyim bir Gorki gibi, Orhan Kemal gibi, Yaşar Kemal gibi , onu oraya iten hiçbir neden yoktu. Yani SOL'a, yani halkın yanına iten bir neden yoktu. Bir eli yağda, bir eli balda hem sanatını yapar! Hem de milyonlar içinde yaşar giderdi.
Adı verilen bir sinema salonu açılmıştı.(Samsun Ferhan Sineması, daha sonra Sümer..Bkz. İlker Mutlu Samsun Sinema Tarihi) Bizim aristokrat dediğimiz bir ailesi vardı. Ama o halkının yanında olmak, onların dertlerini paylaşmak istiyordu. Başardı mı? Bence çok fazlasıyla…
Kel Hasan'dan İsmail Dümbüllü'ye, ondan Münir Özkul'a uzanan ünlü kavuğun sahibidir.
O, benim Aslan hemşehrimdir. Zaman zaman anılarından aktarmalar yapmaya çalışacağım.
Okunma Sayısı: 4226
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişdir.