Sanatın Merkezinde Renk
27 Mayıs 2022, Cuma 10:52“Renk kendi başına bir şey anlatır, bunsuz yapamaz insan.”
19.yüzyılın ortalarına gelindiğinde Goethe'nin renge dair fikirleri Fransa'da sanat literatürü tarafından benimsenmişti ve Blanc tarafından kullanıldı. Chevreul ilk defa renk fikrini evrensel bir dil olarak formüle edenlerdendi. (Gage, 1993:247)
1890'larda bir eleştirmen Natüralizm, Pleinairism, Simgecilik, İzlenimcilik, Puantilistler ve hangi 'izm' olursa olsun tümü için Goethe'ye başvurulabileceğini öne sürer. (Gage, 1993: 207) 19. yüzyılın sonunda renk bir merkez olmuştur ve bu merkez çerçevesinde bazı kentler Avrupalı ressamların ve izleyenlerinin meşguliyet alanıdır.
İzlenimcilerin açık hava resimleri gibi İsviçreli Arnold Böcklin benzeri Simgecilerin kapalı mekân resimleri de giderek daha güçlü renklerde ısrar ederek modern sanatın karakterini vermeyi garanti ediyor görünmektedir.
Eleştirmen Waldemar von Seidlitz “hangisine bakmaya uğraşırsak uğraşalım 1900'deki renklerin zenginliği için kesin olan çabalamanın 19.yüzyıl sonunda her yerde ortaya çıktığını yazar.
Renk psikolojisi üzerine Karl Scheffler'in 1901 gibi erken bir tarihte kaleme aldığı ve Kandinsky'nin üzerine dikkatleri çektiği makalesinde Alman eleştirmen şunu görüyordu: “Zamanımız diğerlerinden daha fazla geçmişin formları üzerine kuruludur, içinde rengin özgürleştiği bir resim türünü üretir.” (Gage, 1993: 247)
20. yüzyıla girerken renk, temsili olmayan sanatın öncülüğünü sağlayacaktı. Geleneksel sanat Newtoncu uzam ve zamanda birliğe dayalı iken modern sanat renkler ve çizgiler tümelidir. Nesne ile özne arasındaki mesafe ortadan kalkar, sanat, yaratıcısının eylemi haline dönüşür. Böylece gerçek, mutlak değil değişkendir.
Resmin üç boyut yanılsaması olmayıp iki boyutlu bir düzlem olduğu ve bir betimleme aracı değil salt kendi olduğu, değerini kendi olmakla taşıdığı gerçeği 20. yüzyıl sanatının özdeki plastik yaklaşımıdır. (Muller, 1972) Sanayi devri ve sonrasında da savaşlar çağı olan 20. yüzyılda yeni, emsalsiz bir görsel özgürlük çağı açılmıştı. Matisse'in çalışmasında gördüğümüz bu özgürlük daha çok başka tür bir yaratıcı sınır iddiasındaydı.
Görsel sanatların pek çok alanında tasarımcı ve sanatçıların canlandırdığı renklerin ayrıcalığına dair bir inanç doğmuş ve geniş şekilde paylaşılır hale gelmişti. Bu inanç, büyük ölçüde hızla çoğalan renk teorilerine duyulan büyük ilgiden, ayrıca renk psiko-fizyolojisi üzerine yeni bulgulardan kaynaklanıyordu. 19. yüzyılın az gelişmiş renk sistemlerine şimdi daha farklı ve geniş olarak Almanya'da Ostwald, Amerika'da Munsell şemaları ekleniyordu. İkisi de rengi belirlemede yeni psikolojik test tekniklerini temel alıyorlardı ve renk ilişkilerinin bazı evrensel yasalarını ortaya koydular. (Gage, 1993: 247)
Diğer kanatta Doğu inanış ve sanatlarının, bu sanatların rengi değerlendiriş üsluplarının büyük etkisi yer aldı. Teozofik deney, bulgu ve inanışlar da rengin özellikle simgesel anlamına duyulan ilgiyi bu yüzyılda tekrar gündem haline getirdi.
Başlangıcından itibaren renk simgeciliğini belirleyen ana etmen inançtır. Simgesel ifadeyi incelerken, insanlık tarihinin aynı zamanda bir dinler tarihi olduğu gerçeğini göz önünde bulundurmamız gerekir. (Milliyet, 1991:5)
İnsanoğlu, kendisini dinsel inancıyla ifadeye başladığı Paleolitik Dönemde rengin tılsımına inanmıştı. “Tarih öncesi devirlerde renklerin sadece sembolik değerleri vardı. Fikirleri, dinî ya da mitolojik simgeleri ortaya koymak ya da toplumsal sınıfları belirlemek için renk simgeciliği kullanılırdı.”(Itten, 1973: 17) Mağara resimleri, kolektif bilinçdışına bağlanan dini, kültürel bir davranış olarak açıklanmaktadır. (Mülayim, 2006: 245) Antik Dönemde felsefi düşünceyi gizemcilikten ayırmak mümkün değildir. Pythagoras, Platon, Aristoteles ve Plinius'un renk teorileri Mezopotamyalı gökbilimcilerin ve Mısırlı Hermetizmin etkisi altında gelişmiştir. (TRT, 2014: 2. ve 3. Bölümler) (Tanrı bağı, 2010)
Mısırlılar antik dönemin en büyük renk teorisyenleri idi. Ortaçağ sanatında renk kullanımı onun simgesel gücünden ötürü daima inançla ilgili bir meseledir. Ortaçağ'ın sonuna kadar sanatın etkinlik alanı daima inançtır.
Bundan sonra da Rönesans ve rasyonalist görüşün -başlangıcında çok da keskin olmayan fakat Aydınlanma felsefesi ile doruğa çıkardığı- laik tavra karşın inancın sanat üzerindeki etkisinin Barok, Romantik ve Simgeci akımlar ve İdealist felsefe doğrultusunda kesintisiz sayılabilecek bir devamlılığı olduğunu söyleyebilirim.
19.yüzyılın öncü sanatçıları bozulmamış bir dünyanın, uzak diyarların, hızla modernleşmekte olan Batı toplumuna yansıyan sanatlarının yalın renk dilinden yoğun şekilde etkilenmişlerdir.
20. yüzyıl renkçileri benzer şekilde temel kavramlar üzerine kurulu bir biçim dili kullanan ilkel sanatın etkisindedir. “İlkel toplumlarda ne bilim vardır, ne de sanat; yalnızca büyü vardır.” (Thomson, 1998: 25)
20. yüzyıl sanatçısı rengin arketipal bir simge olduğunun artık farkındadır. İlkel sanatın renk gücünü psiko - fizyolojik etki için kullanan öncü ressamlar bu sayede çalışmaları ile izleyici arasındaki rezonansı sağlamışlardır.
Okunma Sayısı: 1407
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişdir.