LAÇİNNN
s
Muğla
20 Kasım, 2024, Çarşamba
  • DOLAR
    28.59
  • EURO
    30.52
  • ALTIN
    1783.9
  • BIST
    7768.17
  • BTC
    36743.46$

KO­LU­NUN DİYETİ

27 Aralık 2019, Cuma 10:57

Dükkâ­nın­da, tek ba­şı­na gece gün­düz kı­vıl­cım­lar sa­ça­rak ça­lı­şan Koca Alion se­ne­dir ham de­mir­den döv­dü­ğü kılıç nam­lu­la­rı bütün Anadolu'da, bütün Ru­me­li'de, ser­hat boy­la­rın­da büyük bir nam ka­zan­mış­tı, ye­ni­çe­ri­ler satın ala­cak­la­rı­nın üs­tün­de “Amel-i Ali Usta” dam­ga­sı­nı arı­yor­lar­dı. Uzun kı­lıç­lar değil, yap­tı­ğı kısacık bı­çak­lar bile iki kat olur, yine kı­rıl­maz­dı. “Çe­li­ğe çifte su ver­mek”, sana¬tının yal­nız ona mah­sus bir sır­rıy­dı. Kı­lıç­tan, de­mir­den, çelik­ten, ateş­ten başka lâf bil­mez, müş­te­ri­le­ri ne verirse alır­dı. Şehir¬de ona dair bir­çok hi­kâ­ye­ler söy­le­nir­di. Ama, kimdi? Ne­re­liy­di? Ne­re­den gel­miş­ti? Bun­la­rı bilen yoktu. Şe­hir­de böyle meş­hur bir us­ta­nın bu­lun­ma­sı her­kes için ayrı bir if­ti­har­dı:
– Bizim Ali…Bizim koca usta…Dün­ya­da eşi yok­tur…der­ler­di.
Koca Ali daha on iki ya­şın­day­ken bir bey­ler­be­yi olan ba­ba­sının başı vu­rul­muş, öksüz kal­mış­tı. Am­ca­sı deb­de­be­li bir ve­zir­di. Onu okut­mak is­te­di. Belki dev­let ka­tın­da büyük mev­ki­le­re çı­ka­cak­tı. Fakat Ali'nin mi­za­cın­da “baş­ka­sı­na min­net­tar kal­mak” yoktu. Bir gece am­ca­sı­nın ko­na­ğın­dan kaçtı. Otuz ya­şı­na kadar Ana­do­lu'da uğ­ra­ma­dı­ğı şehir kal­ma­dı. Kim­se­ye min­net­tar kal­ma­dı. Al­nı­nın te­riy­le para için değil, sa­na­tı için ça­lı­şı­yor­du. “Çe­li­ğe çifte su ver­mek” onun aş­kıy­dı. Ye­ni­çe­ri­le­rin, si­pa­hi­le­rin “Ali Usta'nın işi” met­hi­ni işit­tik­çe ma­ne­vî bir zevk du­yar­dı.
İşte bugün de sabah na­ma­zın­dan beri ça­lış­mıştı. Ocağının sön­me­ğe baş­la­yan ate­şi­ne baktı. Çe­ki­ci bı­ra­kan eliy­le ter­le­ri­ni sildi. Kar­şı­ki mes­cit­te akşam ezanı okunu¬yordu. Koca Ali mes­ci­de gi­rin­ce her va­kit­kin­den fazla ka­la­ba­lık gördü. Konya'dan iki garip der­viş gel­di­ği­ni, yatsı za­ma­nı­na kadar Mesnevi oku­ya­cak­la­rı­nı duydu.?Akşam na­ma­zı kı­lı­nıp bit­tik­ten sonra ce­ma­atin bir kısmı çıktı.Koca Ali “Mesnevi din­ler, açı­lı­rım!” dedi. Yatsı na­ma­zı­nı kıl­dık­tan sonra mes­cit­ten çı­kın­ca doğru dük­kâ­nı­na git­me­di. Yü­rü­dü. Yü­rü­dü. Man­dı­ra­la­ra giden yolun geç­ti­ği köp­rü­de durdu. Ka­ran­lık top sö­ğüt­ler­de bül­bül­ler ötü­yor­du. Sa­at­ler­ce kı­mıl­da­ma­dı. An­sı­zın ar­ka­sın­dan bir ses:
– Kim­dir o? diye ba­ğır­dı.
Dal­dı­ğı tatlı âlem­den uyan­dı. Köp­rü­nün öbür ta­ra­fın­da iki üç ka­ral­tı iler­li­yor­du. Gayr-i ih­ti­ya­rî cevap verdi:
– Ya­ban­cı yok!
– Kim­sin?
– Ali…
– Hangi Ali?
Göl­ge­ler yak­laş­tı­lar. Bir adım ka­lın­ca onu kı­ya­fe­tin­den ta­nı­dı­lar:
– Koca Ali… Koca Ali, be…
– Sen misin Ali Usta?
– Benim!
– Ne arı­yor­sun bu vakit bu­ra­lar­da?Suya çe­ki­ci­ni mi dü­şür­dün yoksa?
_!
Bun­lar şehir su­ba­şı­sı­nın adam­la­rı, diz­dar­lar­dı. Kol ge­zi­yor­lar­dı. Ge­ce­le­ri afyon yutan bu ser­se­ri­ler ken­di­lerin­den başka dı­şa­rı­da bir ge­ze­ni ya­ka­la­dı­lar mı da­yak­tan ca­nı­nı çı­kar­tır­lar­dı. Ama, ona fena mu­ame­le et­me­di­ler. Diz­dar­ba­şı:
– Ali Usta, sen deli mi oldun?
dedi.
– Yok…
– Böy­le­yat­sı­dan sonra so­kak­ta, şehir ke­na­rın­da kim­se­nin do­laş­ma­sı­na ağa­mı­zın razı olma­dı­ğı­nı bil­mi­yor musun?
– Bi­li­yo­rum.
Koca Ali uzat­ma­dı. Diz­dar­lar onun na­mus­lu bir adam ol­du­ğu­nu bi­li­yor­lar­dı.
– Haydi ye­ri­ne git. Do­laş­ma… de­di­ler.
Gel­di­ği yol­lar­dan hızlı hızlı dönen Koca Ali dük­kâ­nı­nın önüne ge­lin­ce durdu. Ka­pı­sı ara­lık­tı. Çı¬kar­ken sıkı sı­kı­ya ka­pa­dı­ğı­nı ha­tır­la­dı.
– Tuhaf, rüz­gâr açmış ola­cak.
dedi. Dük­kâ­nın­da kıy­met­li bir şeyi yoktu, ça­lın­ma­ğa değ­mez­di. İçer­den ka­pı­yı sür­me­le­di. Diz­dar­la­rın mü­da­ha­le­si ca­nı­nı sık­mış­tı. Bir­den ağır bir yor­gun­luk duydu. Büyük bir ayı pös­te­ki­sin­den iba­ret olan ya­tak­çı­ğı­na uzan­dı.
Sıç­ra­ya­rak uyan­dı. Ka­pı­sı vu­ru­lu­yor­du. Uyku ser­sem­li­ği ile:
– Kim o? diye hay­kır­dı.
– Aç, çabuk…
O hiç böyle dalıp kal­maz, güneş doğ­ma­dan uya­nır­dı. Doğ¬ruldu. Hızla sür­me­yi çekti. Bir­den­bi­re açı­lan ka­pı­nın dük­kâ­nı dol­du­ran ay­dın­lı­ğı için­de pa­la­bı­yık­lı, yük­sek ka­vuk­lu diz­dar­ba­şı­yı gördü. Ar­ka­sın­da çifte han­çer­li genç ya­mak­la­rı da du­ru­yor­lar­dı. Diz­dar­ba­şı:
– Ali Usta, dük­kâ­nı ara­ya­ca­ğız… dedi. Koca Ali hay­ret­le sordu:
– Niçin?
– Bu gece Budak Bey'in man­dı­ra­sın­da hır­sız­lık olmuş.Onun için dük­kâ­nı ara­ya­ca­ğız.
– O hır­sız­lık­tan bana ne?
– Hır­sız­lar çal­dık­la­rı bir ku­zu­yu köp­rü­nün al­tın­da kes­miş­ler. Me¬şin ke­se­le­rin için­de­ki pa­ra­la­rı ala­rak bir ta­ne­si­ni oraya bı­rak­mış­lar. O ke­se­ler­den bir ta­ne­si­ni de bu sabah senin dük­kâ­nın önün­de bul­duk. Sonra… şu eşiğe bak. Kan le­ke­le­ri var!Koca Ali temiz eşi­ği­ne baktı. Haki¬katen el kadar bir kan le­ke­si sü­rül­müş­tü. O, bu kır­mı­zı le­ke­ye dal­gın dal­gın ba­kar­ken pa­la­bı­yık­lı diz­dar:
– Hem bu gece geç vakit ben seni köp­rü­nün üs­tün­de gör­düm. Ora¬da ne arı­yor­dun?dedi.
Koca Ali yine ve­recek bir cevap bu­la­ma­dı. Önüne baktı.
– Ara­yın…diye geri çe­kil­di. Diz­dar­la ya­mak­la­rı dük­kâ­na gir­di­ler. Örsün ya­nın­dan geçen ba­şa­ğa hay­kır­dı:
– Ay, işte, işte…
Koca Ali diz­da­rın bak­tı­ğı ta­ra­fa göz­le­ri­ni çe­vir­di. Yeni yü­zül­müş bir deri gördü. Şa­şır­dı. Ya­mak­lar hemen de­ri­yi yer­den kal­dır­dı­lar. Bir ağa­la­rı­nın bir de müc­ri­min yüzü¬ne ba­kı­yor­lar­dı. Diz­dar­ba­şı hid­det­le­ne­rek sordu:
– Çal­dı­ğın pa­ra­lan ne­re­ye sak­la­dın?
– Ben para çal­ma­dım.
– İnkâr etme, işte ku­zu­nun de­ri­si dük­kâ­nın­da çıktı.
– Bu de­ri­yi ben bu­ra­ya koy­ma­dım.
– Ya kim koydu?
– Bil­mi­yo­rum.
Koca Ali su­ba­şı­nın kar­şı­sı­na çıkar­tıl­dı­ğı zaman da, gece geç vakit köp­rü­nün üs­tün­de ne ara­dı­ğı­nı anla­ta­ma­dı. Diz­dar­la­rın bul­du­ğu bütün de­lil­ler aley­hi­ne çı­kı­yor­du. İki hır­sız bekçi ço­ba­nı sım­sı­kı bağ­la­mış­lar, sonra ca­nı­nı çı­ka­rın­ca­ya kadar döv­müş­ler­di. Er­te­si gün hâ­ki­min hu­zu­run­da bu çoban hır­sı­zın bi­ri­ni Koca Ali'ye ben­zet­ti­ği­ni söy­le­di. Gece geç vakte kadar dük­kâ­nı­na gel­me­me¬si, de­ri­nin dük­kân­da, para ke­se­le­rin­den bi­ri­nin ka­pı­sı önün­de bulunması Koca Ali'nin it­ha­mı­na kâfi geldi. Ne kadar inkâr etse hır­sız­lı­ğı tevil gö­tür­mü­yor­du.
Sol ko­lu­nun ke­sil­me­si­ne karar ve­ril­di.
Koca Ali bu ka­ra­rı du­yun­ca öm­rün­de ilk defa ola­rak sa­rar­dı. Sen­de­le­ye­rek ayağa kalk­tı. Hâ­ki­me dik bir sesle:
– Ko­lu­mu bı­ra­kın, ka­fa­mı kesin!diye rica etti. Bu öm­rün­de onun ilk ri­ca­sıy­dı. Fakat ih­ti­yar hâkim çok âdil­di:– Hayır oğlum, sen adam öl­dür­me­din. Eğer ço­ba­nı öl­dür­sey­din o vakit kafan gi­der­di. Sen yal­nız hır­sız­lık ettin. Kolun ko­pa­cak. Şe­ri­atın kes­ti­ği yer acı­maz…
Koca Ali'nin kolu ka­fa­sın­dan çok kıy­met­liy­di. Çe­li­ğe “çifte su”yu bu iki kol sa­ye­sin­de ve­ri­yor, bu iki el sa­ye­sin­de çelik kal­kan­la­rı kıran, ağır zırh­lı­la­rı yır­tan, tüy gibi hafif kı­lıç­lar ye­tiş­ti­ri­yor, pir aş­kı­na ça­lı­şı­yor­du.
Onu Ağa Ka­pı­sın­da diz­dar­la­rın odası al­tı­na ka­pa­dı­lar. Çolak ka­lın­ca ör­sü­nün başında çekiç vu­ra­ma­ya­ca­ğı­nı dü­şü­ne­rek kah­ro­lu­yor­du. Ko­lu­nun di­ye­ti­ni ve­recek on pa­ra­sı yoktu. Şim­di­ye kadar para için ça­lış­ma­mış­tı.
Bütün şehir halkı Koca Ali gibi mahir bir us­ta­nın kolu ke­si­le­ceğine acıdı. Bu kadar mert, ça­lış­kan, kuv­vet­li, güzel bir adamın ölün­ce­ye kadar sakat sü­rün­me­si­ne en duy­gu­suz vic­dan­lar bile da¬ya­na­mı­yor­du.
Si­pa­hi­ler ken­di­le­ri­ne kılıç döven bu adamı kur­tar­ma­yı söz­leş­ti­ler. Şeh­rin en büyük zen­gi­ni Hacı Meh­met'e git­ti­ler; o Karun kadar mal sa­hi­bi ol­du­ğu hâlde son de­re­ce ha­sis­ti. Hâlâ küçük bir dük­kân­da ka­sap­lık ya­pı­yor­du. Düşün­dü, ta­şın­dı, naz­lan­dı. Ama si­pa­hi­lerle hoş ge­çin­mek lâ­zım­dı:
– Ma­dem­ki is­ti­yor­su­nuz, ben onun kolu için diyet veririm. Ama bir şart­la…
– Ne gibi?diye sor­du­lar.
– Varın ken­di­ne söy­le­yin. Eğer ben ölün­ce­ye kadar bana be­da­va hiz­met­çi­lik, çı­rak­lık et­me­ğe razı olur­sa…
– Pe­kâ­lâ, pe­kâ­lâ…
…Si­pa­hi­ler Ağa Ka­pı­sı­na koş­tu­lar. Hacı ka­sa­bın tek­li­fi­ni Koca Ali'ye söy­le­di­ler. O “ka­sap­lık bil­me­di­ği­ni” or­ta­ya sürdü. Kabul etmek is­te­mi­yor­du. Si­pa­hi­ler
– Adam sen de! Ka­sap­lık iş mi? O kadar kılıç salladın­di­ye ısrar et­ti­ler.
Fâni dün­ya­da “bi­ri­si­ne min­net­tar kal­mak” azapların en ağı­rıy­dı.
Si­pa­hi­ler:– Ha­cı­nın yaşı yet­mi­şi aşmış… Daha ne kadar yaşar ki… Ölün­ce yine sen hür kalır, bize kılıç ya­par­sın. Haydi, dü­şün­me di­yor­lar­dı.

Hacı kasap, ke­si­lecek kolun di­ye­ti­ni hâ­ki­me say­dı­ğı gün Koca Ali'yi dük­kâ­na ge­tir­di. Bu adam gayet huysuz, gayet ber­bat bir ih­ti­yar­dı. Hasisli­ğin­den bir hiz­met­çi, bir çırak tu­ta­ma­mış­tı. Her şeyi ona yap­tır­ma­ğa baş­la­dı. Ama her şeyi… Sabah na­ma­zın­dan evvel şe­hir­den iki saat öte¬deki man­dı­ra­sın­dan o gün sa­tı­la­cak ko­yun­la­rı ona ge­tir­ti­yor, ona kesti­ri­yor, ona sat­tı­rı­yor… Akşam na­ma­zı­na kadar dur­ma­dan emir­ler ve­ri­yor­du. Za­val­lı­ya ver­di­ği yal­nız bul­gur çor­ba­sıy­dı. Koca Ali, sade suya bul­gur çor­ba­sıy­la bu kadar zah­met­le­re yıl­larca göğüs ge­re­bi­le­cek­ti. Fakat Hacı ka­sa­bın ikide bir:
– Ulan Ali… Ko­lu­nun di­ye­ti­ni ben ver­dim. Yoksa çolak ka­la­cak¬tın.
diye yap­tı­ğı iyi­li­ği tek­rar­la­ma­sı­nı çe­ke­mi­yor­du.Bir gün, iki gün, üç gün di­şi­ni sıktı. Efen­di­si­nin kar­şı­sın­da el pençe divan durdu. Ama hep, – Ko­lu­nun di­ye­ti­ni ben ver­dim. Şimdi çolak ka­la­cak­tın ha.. Benim sa­yem­de kolun var.Koca Ali susar, kal¬binin yır­tıl­dı­ğı­nı, göğ­sü­ne sıcak sıcak bir şey­ler ya­yıl­dı­ğı­nı, ki­lit­le­nen çe­ne­le­ri­nin ça­tır­da­dı­ğı­nı, şa­kak­la­rı­nın at­tı­ğı­nı du­yar­dı. Ge­ce­le­ri uyu­ya­mı­yor, gün­düz­le­ri uğ­ra­şır­ken“Ne ya­pa­ca­ğım, ne ya­pa-ca­ğım?” diye dü­şü­nü­yor­du. Dün­ya­da kim­se­ye ey­val­lah et­me­ye­rek ya­şa­mak is­ter­ken ba­şı­na gelen bu belâ neydi?
Kaç­ma­yı na­mu­su­na ye­di­re­mi­yor­du.?Fakat bu he­ri­fin ikide bir de bu yap­tı­ğı­nı başa kak­ma­sı­na taham¬mül… ölüm­den pek acı, ölüm­den pek ağır­dı…
Hacı ka­sa­ba köle ol­du­ğu­nun tam haf­ta­sıy­dı. Gün­ler­den Cu­may­dı. Yine er­ken­den man­dı­ra­ya git­miş, ko­yun­la­rı ge­tir­miş, yüzmüş, çen­gel­le­re as­mış­tı. Daha efen­di­si gel­me­miş­ti. Büyük bı­çak­la­rı bi­le­me­ğe baş­la­dı. “Ne ya­pa­ca­ğım, ne ya­pa­ca¬ğım?” hül­ya­sı­na öyle dal­mış­tı ki… ka­sa­bın gel­di­ği­ni duy­ma­dı. An­sı­zın uğur­su­zun boğuk sesi yü­re­ği­ni ağ­zı­na ge­tir­di:
– Ne ya­pı­yor­sun be?
– Bı­çak­la­rı bi­li­yo­rum.
– Hay tem­bel, mis­kin hay… Sa­bah­tan beri ne yap­tın?
Cevap ver­me­di. Bu hain, bu yılan göz­le­re kırp­ma­dan baktı, baktı. İhti­yar bek­le­me­di­ği bu acı ba­kış­tan kız¬dı.
Koca Ali se­si­ni çı­kar­mı­yor, bir hafta için­de belki beş se­ne­lik hiz¬me­ti­ni durup din­len­me­den gör­dü­ğü hâlde ken­di­ni yine “tem­bel, mis¬kin” diye tah­kir et­me­ğe sı­kıl­ma­yan bu kötü in­sa­nı ezici bir ba­kış­la sü¬zü­yor­du. Yine kalbi yır­tı­lır gibi olu­yor, çe­ne­le­ri kit­le­ni­yor, şa­kak­la­rı zonk­lu­yor­du. Bir anda bu tit­re­me durdu. Koca Ali göz­le­ri­ni açtı. Bir hafta buna nasıl ta­ham­mül et­miş­ti? Hacı kasap yine dır­lan­dı:
– Ko­lu­nun di­ye­ti­ni benim ver­di­ği­mi unu­tu­yor­sun ga­li­ba, ben ol­ma­sam şimdi çolak ka­la­cak­tın…
Koca Ali yine cevap ver­me­di. Acı acı gü­lüm­se­di. Kı­zar­dı. Sonra bir­den sa­rar­dı. Hızla döndü. Bi­le­di­ği sa­tır­la­rın en bü­yü­ğü­nü kaptı. Sı¬valı ko­lu­nu yük­sek kıyma kü­tü­ğü­nün üs­tü­ne koydu. Kal­dır­dı­ğı ağır sa¬tırı öyle bir in­dir­di ki… O anda kopan ko­lu­nu tuttu. Gör­dü­ğü şeyin deh¬şe­tin­den göz­le­ri dı­şa­rı fır­la­yan Hacı ka­sa­bın önüne:
-Al ba­ka­lım, şu di­ye­ti­ni ver­di­ğin şeyi! diye hızla fır­lat­tı. Sonra es­va­bı­nın kol­suz kalan ye­ni­ni sıkı bir düğüm yaptı. Dük­kân­dan çıktı.
Onun vak­tiy­le gel­di­ği yer gibi, şimdi git­ti­ği yeri de şe­hir­de kim¬se öğ­re­ne­me­di.
(Yu­ka­rı­da­ki ya­zı­da Ömer Sey­fet­tin'in „Diyet“ aldı hi­ka­ye­si­ni özünü boz­ma­dan kı­salt­tım.)
…..
Ça­lış­tı­ğım şir­ket­te zaman için­de bir­bi­ri­mi­zi daha iyi ta­nı­yıp aynı ka­fa­da ol­du­ğu­muz için iş dı­şın­da da iyi ar­ka­daş ol­du­ğum bir mü­hen­dis ar­ka­da­şım Mus­ta­fa var. O bana kim­se­ye an­lat­ma­dı­ğı bir hayat hi­ka­ye­si­ni an­lat­tı. Mus­ta­fa beş ço­cuk­lu zor ge­çi­nen bir aile­nin en büyük oğ­luy­muş. Ba­ba­sı bir teks­til fab­ri­ka­sın­da düşük üc­ret­le işçi ola­rak ça­lı­şı­yor­muş. Mus­ta­fa li­se­de çok ba­şa­rı­lı bir öğ­ren­ciy­miş. Geçim du­rum­la­rı zor ol­du­ğu için üni­ver­si­te­ye git­mek is­te­me­si­ne rağ­men ba­ba­sı bir an evvel işe girip aile­ye katkı sağ­la­ma­sı­nı is­ti­yor­muş. Bunu duyan fab­ri­ka sa­hi­bi Mus­ta­fa'nın üni­ver­si­te mas­raf­la­rı, ka­la­ca­ğı yur­dun pa­ra­sı­nı üst­le­nip, Mus­ta­fa'ya da hafta son­la­rı, ya da boş za­man­la­rın­da fab­ri­ka­da ufak tefek işler yap­ma­sı ve biraz da para ka­zan­ma­sı şek­lin­de bir büyük yar­dı­mı Mus­ta­fa'nın ba­ba­sı­na tek­lif etmiş. Ça­re­siz aile bu tek­li­fi büyük bir min­net­kar­lık­la kabul etmiş. Mus­ta­fa da çok ba­şa­rı­lı bir öğ­ren­ci ola­rak dört yıl bu fab­ri­ka sa­hi­bi­nin mali des­te­ğiy­le eko­no­mi tah­si­li yapıp so­nun­da önem­li bir şir­ke­tin fi­nans gu­ru­bun­da işe baş­la­mış. Onu oku­tan fab­ri­ka sa­hi­bi bun­dan sonra Mus­ta­fa 'yı hiç rahat bı­rak­ma­mış. Mus­ta­fa gel bugün ara­ba­mın las­tik­le­ri­ni de­ğiş­tir, Mus­ta­fa gel bizim evi ba­da­na yap, Mus­ta­fa git bizim için alış­ve­riş yap, Mus­ta­fa gel bizim tu­va­let tı­kan­dı onu aç şek­lin­de ardı ar­ka­sı ke­sil­me­yen ve Mus­ta­fa'nın boş va­kit­le­ri­ni de­vam­lı dol­du­ran ve hatta bu işler için ara sıra izin al­ma­sı­nı ge­rek­ti­ren ta­lep­le­ri hiç bit­me­miş. Mus­ta­fa buna iki yıl da­yan­mış ama so­nun­da yeter artık demiş. Bir­gün eko­no­mi oku­du­ğu üni­ver­si­te­nin ona ver­di­ği dip­lo­ma­sı­nı alıp fab­ri­ka sa­hi­bi­nin ofi­si­ne git­miş ve onun önün­de dip­lo­ma­sı­nı bir­kaç par­ça­ya yır­tıp, çöp se­pe­ti­ne atmış, ar­ka­sı­nı dönüp ofis­ten çık­mış. Mus­ta­fa ondan sonra ça­lış­tı­ğı fi­nans işin­den de ay­rıl­mış. Bul­du­ğu ufak tefek iş­ler­de ça­lı­şıp üni­ver­si­te mas­ra­fı­nı kendi kar­şı­la­ya­rak yine sı­fır­dan üni­ver­si­te oku­yup en­düst­ri mü­hen­di­si olmuş ve şimdi bizim şir­ket­te ça­lı­şı­yor. Ona daha evvel eko­no­mi oku­tup mas­raf­la­rı­nı üst­le­nen fab­ri­ka sa­hi­bi­ne nan­kör­lük yap­tım belki diye de içine otur­muş, ama onun beni üni­ver­si­te­de okut­tu diye di­ye­ti­ni is­te­me­si­ne daha fazla da­ya­na­ma­dım diyor. Kim ne de­re­ce haklı, kim değil ben bi­le­mem tabii.

25.12.2019


Okunma Sayısı: 2179

Yorum Yazın

E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar ile işaretlenmişdir.