KOLUNUN DİYETİ
27 Aralık 2019, Cuma 10:57Dükkânında, tek başına gece gündüz kıvılcımlar saçarak çalışan Koca Alion senedir ham demirden dövdüğü kılıç namluları bütün Anadolu'da, bütün Rumeli'de, serhat boylarında büyük bir nam kazanmıştı, yeniçeriler satın alacaklarının üstünde “Amel-i Ali Usta” damgasını arıyorlardı. Uzun kılıçlar değil, yaptığı kısacık bıçaklar bile iki kat olur, yine kırılmazdı. “Çeliğe çifte su vermek”, sana¬tının yalnız ona mahsus bir sırrıydı. Kılıçtan, demirden, çelikten, ateşten başka lâf bilmez, müşterileri ne verirse alırdı. Şehir¬de ona dair birçok hikâyeler söylenirdi. Ama, kimdi? Nereliydi? Nereden gelmişti? Bunları bilen yoktu. Şehirde böyle meşhur bir ustanın bulunması herkes için ayrı bir iftihardı:
– Bizim Ali…Bizim koca usta…Dünyada eşi yoktur…derlerdi.
Koca Ali daha on iki yaşındayken bir beylerbeyi olan babasının başı vurulmuş, öksüz kalmıştı. Amcası debdebeli bir vezirdi. Onu okutmak istedi. Belki devlet katında büyük mevkilere çıkacaktı. Fakat Ali'nin mizacında “başkasına minnettar kalmak” yoktu. Bir gece amcasının konağından kaçtı. Otuz yaşına kadar Anadolu'da uğramadığı şehir kalmadı. Kimseye minnettar kalmadı. Alnının teriyle para için değil, sanatı için çalışıyordu. “Çeliğe çifte su vermek” onun aşkıydı. Yeniçerilerin, sipahilerin “Ali Usta'nın işi” methini işittikçe manevî bir zevk duyardı.
İşte bugün de sabah namazından beri çalışmıştı. Ocağının sönmeğe başlayan ateşine baktı. Çekici bırakan eliyle terlerini sildi. Karşıki mescitte akşam ezanı okunu¬yordu. Koca Ali mescide girince her vakitkinden fazla kalabalık gördü. Konya'dan iki garip derviş geldiğini, yatsı zamanına kadar Mesnevi okuyacaklarını duydu.?Akşam namazı kılınıp bittikten sonra cemaatin bir kısmı çıktı.Koca Ali “Mesnevi dinler, açılırım!” dedi. Yatsı namazını kıldıktan sonra mescitten çıkınca doğru dükkânına gitmedi. Yürüdü. Yürüdü. Mandıralara giden yolun geçtiği köprüde durdu. Karanlık top söğütlerde bülbüller ötüyordu. Saatlerce kımıldamadı. Ansızın arkasından bir ses:
– Kimdir o? diye bağırdı.
Daldığı tatlı âlemden uyandı. Köprünün öbür tarafında iki üç karaltı ilerliyordu. Gayr-i ihtiyarî cevap verdi:
– Yabancı yok!
– Kimsin?
– Ali…
– Hangi Ali?
Gölgeler yaklaştılar. Bir adım kalınca onu kıyafetinden tanıdılar:
– Koca Ali… Koca Ali, be…
– Sen misin Ali Usta?
– Benim!
– Ne arıyorsun bu vakit buralarda?Suya çekicini mi düşürdün yoksa?
_!
Bunlar şehir subaşısının adamları, dizdarlardı. Kol geziyorlardı. Geceleri afyon yutan bu serseriler kendilerinden başka dışarıda bir gezeni yakaladılar mı dayaktan canını çıkartırlardı. Ama, ona fena muamele etmediler. Dizdarbaşı:
– Ali Usta, sen deli mi oldun?
dedi.
– Yok…
– Böyleyatsıdan sonra sokakta, şehir kenarında kimsenin dolaşmasına ağamızın razı olmadığını bilmiyor musun?
– Biliyorum.
Koca Ali uzatmadı. Dizdarlar onun namuslu bir adam olduğunu biliyorlardı.
– Haydi yerine git. Dolaşma… dediler.
Geldiği yollardan hızlı hızlı dönen Koca Ali dükkânının önüne gelince durdu. Kapısı aralıktı. Çı¬karken sıkı sıkıya kapadığını hatırladı.
– Tuhaf, rüzgâr açmış olacak.
dedi. Dükkânında kıymetli bir şeyi yoktu, çalınmağa değmezdi. İçerden kapıyı sürmeledi. Dizdarların müdahalesi canını sıkmıştı. Birden ağır bir yorgunluk duydu. Büyük bir ayı pöstekisinden ibaret olan yatakçığına uzandı.
Sıçrayarak uyandı. Kapısı vuruluyordu. Uyku sersemliği ile:
– Kim o? diye haykırdı.
– Aç, çabuk…
O hiç böyle dalıp kalmaz, güneş doğmadan uyanırdı. Doğ¬ruldu. Hızla sürmeyi çekti. Birdenbire açılan kapının dükkânı dolduran aydınlığı içinde palabıyıklı, yüksek kavuklu dizdarbaşıyı gördü. Arkasında çifte hançerli genç yamakları da duruyorlardı. Dizdarbaşı:
– Ali Usta, dükkânı arayacağız… dedi. Koca Ali hayretle sordu:
– Niçin?
– Bu gece Budak Bey'in mandırasında hırsızlık olmuş.Onun için dükkânı arayacağız.
– O hırsızlıktan bana ne?
– Hırsızlar çaldıkları bir kuzuyu köprünün altında kesmişler. Me¬şin keselerin içindeki paraları alarak bir tanesini oraya bırakmışlar. O keselerden bir tanesini de bu sabah senin dükkânın önünde bulduk. Sonra… şu eşiğe bak. Kan lekeleri var!Koca Ali temiz eşiğine baktı. Haki¬katen el kadar bir kan lekesi sürülmüştü. O, bu kırmızı lekeye dalgın dalgın bakarken palabıyıklı dizdar:
– Hem bu gece geç vakit ben seni köprünün üstünde gördüm. Ora¬da ne arıyordun?dedi.
Koca Ali yine verecek bir cevap bulamadı. Önüne baktı.
– Arayın…diye geri çekildi. Dizdarla yamakları dükkâna girdiler. Örsün yanından geçen başağa haykırdı:
– Ay, işte, işte…
Koca Ali dizdarın baktığı tarafa gözlerini çevirdi. Yeni yüzülmüş bir deri gördü. Şaşırdı. Yamaklar hemen deriyi yerden kaldırdılar. Bir ağalarının bir de mücrimin yüzü¬ne bakıyorlardı. Dizdarbaşı hiddetlenerek sordu:
– Çaldığın paralan nereye sakladın?
– Ben para çalmadım.
– İnkâr etme, işte kuzunun derisi dükkânında çıktı.
– Bu deriyi ben buraya koymadım.
– Ya kim koydu?
– Bilmiyorum.
Koca Ali subaşının karşısına çıkartıldığı zaman da, gece geç vakit köprünün üstünde ne aradığını anlatamadı. Dizdarların bulduğu bütün deliller aleyhine çıkıyordu. İki hırsız bekçi çobanı sımsıkı bağlamışlar, sonra canını çıkarıncaya kadar dövmüşlerdi. Ertesi gün hâkimin huzurunda bu çoban hırsızın birini Koca Ali'ye benzettiğini söyledi. Gece geç vakte kadar dükkânına gelmeme¬si, derinin dükkânda, para keselerinden birinin kapısı önünde bulunması Koca Ali'nin ithamına kâfi geldi. Ne kadar inkâr etse hırsızlığı tevil götürmüyordu.
Sol kolunun kesilmesine karar verildi.
Koca Ali bu kararı duyunca ömründe ilk defa olarak sarardı. Sendeleyerek ayağa kalktı. Hâkime dik bir sesle:
– Kolumu bırakın, kafamı kesin!diye rica etti. Bu ömründe onun ilk ricasıydı. Fakat ihtiyar hâkim çok âdildi:– Hayır oğlum, sen adam öldürmedin. Eğer çobanı öldürseydin o vakit kafan giderdi. Sen yalnız hırsızlık ettin. Kolun kopacak. Şeriatın kestiği yer acımaz…
Koca Ali'nin kolu kafasından çok kıymetliydi. Çeliğe “çifte su”yu bu iki kol sayesinde veriyor, bu iki el sayesinde çelik kalkanları kıran, ağır zırhlıları yırtan, tüy gibi hafif kılıçlar yetiştiriyor, pir aşkına çalışıyordu.
Onu Ağa Kapısında dizdarların odası altına kapadılar. Çolak kalınca örsünün başında çekiç vuramayacağını düşünerek kahroluyordu. Kolunun diyetini verecek on parası yoktu. Şimdiye kadar para için çalışmamıştı.
Bütün şehir halkı Koca Ali gibi mahir bir ustanın kolu kesileceğine acıdı. Bu kadar mert, çalışkan, kuvvetli, güzel bir adamın ölünceye kadar sakat sürünmesine en duygusuz vicdanlar bile da¬yanamıyordu.
Sipahiler kendilerine kılıç döven bu adamı kurtarmayı sözleştiler. Şehrin en büyük zengini Hacı Mehmet'e gittiler; o Karun kadar mal sahibi olduğu hâlde son derece hasisti. Hâlâ küçük bir dükkânda kasaplık yapıyordu. Düşündü, taşındı, nazlandı. Ama sipahilerle hoş geçinmek lâzımdı:
– Mademki istiyorsunuz, ben onun kolu için diyet veririm. Ama bir şartla…
– Ne gibi?diye sordular.
– Varın kendine söyleyin. Eğer ben ölünceye kadar bana bedava hizmetçilik, çıraklık etmeğe razı olursa…
– Pekâlâ, pekâlâ…
…Sipahiler Ağa Kapısına koştular. Hacı kasabın teklifini Koca Ali'ye söylediler. O “kasaplık bilmediğini” ortaya sürdü. Kabul etmek istemiyordu. Sipahiler
– Adam sen de! Kasaplık iş mi? O kadar kılıç salladındiye ısrar ettiler.
Fâni dünyada “birisine minnettar kalmak” azapların en ağırıydı.
Sipahiler:– Hacının yaşı yetmişi aşmış… Daha ne kadar yaşar ki… Ölünce yine sen hür kalır, bize kılıç yaparsın. Haydi, düşünme diyorlardı.
Hacı kasap, kesilecek kolun diyetini hâkime saydığı gün Koca Ali'yi dükkâna getirdi. Bu adam gayet huysuz, gayet berbat bir ihtiyardı. Hasisliğinden bir hizmetçi, bir çırak tutamamıştı. Her şeyi ona yaptırmağa başladı. Ama her şeyi… Sabah namazından evvel şehirden iki saat öte¬deki mandırasından o gün satılacak koyunları ona getirtiyor, ona kestiriyor, ona sattırıyor… Akşam namazına kadar durmadan emirler veriyordu. Zavallıya verdiği yalnız bulgur çorbasıydı. Koca Ali, sade suya bulgur çorbasıyla bu kadar zahmetlere yıllarca göğüs gerebilecekti. Fakat Hacı kasabın ikide bir:
– Ulan Ali… Kolunun diyetini ben verdim. Yoksa çolak kalacak¬tın.
diye yaptığı iyiliği tekrarlamasını çekemiyordu.Bir gün, iki gün, üç gün dişini sıktı. Efendisinin karşısında el pençe divan durdu. Ama hep, – Kolunun diyetini ben verdim. Şimdi çolak kalacaktın ha.. Benim sayemde kolun var.Koca Ali susar, kal¬binin yırtıldığını, göğsüne sıcak sıcak bir şeyler yayıldığını, kilitlenen çenelerinin çatırdadığını, şakaklarının attığını duyardı. Geceleri uyuyamıyor, gündüzleri uğraşırken“Ne yapacağım, ne yapa-cağım?” diye düşünüyordu. Dünyada kimseye eyvallah etmeyerek yaşamak isterken başına gelen bu belâ neydi?
Kaçmayı namusuna yediremiyordu.?Fakat bu herifin ikide bir de bu yaptığını başa kakmasına taham¬mül… ölümden pek acı, ölümden pek ağırdı…
Hacı kasaba köle olduğunun tam haftasıydı. Günlerden Cumaydı. Yine erkenden mandıraya gitmiş, koyunları getirmiş, yüzmüş, çengellere asmıştı. Daha efendisi gelmemişti. Büyük bıçakları bilemeğe başladı. “Ne yapacağım, ne yapaca¬ğım?” hülyasına öyle dalmıştı ki… kasabın geldiğini duymadı. Ansızın uğursuzun boğuk sesi yüreğini ağzına getirdi:
– Ne yapıyorsun be?
– Bıçakları biliyorum.
– Hay tembel, miskin hay… Sabahtan beri ne yaptın?
Cevap vermedi. Bu hain, bu yılan gözlere kırpmadan baktı, baktı. İhtiyar beklemediği bu acı bakıştan kız¬dı.
Koca Ali sesini çıkarmıyor, bir hafta içinde belki beş senelik hiz¬metini durup dinlenmeden gördüğü hâlde kendini yine “tembel, mis¬kin” diye tahkir etmeğe sıkılmayan bu kötü insanı ezici bir bakışla sü¬züyordu. Yine kalbi yırtılır gibi oluyor, çeneleri kitleniyor, şakakları zonkluyordu. Bir anda bu titreme durdu. Koca Ali gözlerini açtı. Bir hafta buna nasıl tahammül etmişti? Hacı kasap yine dırlandı:
– Kolunun diyetini benim verdiğimi unutuyorsun galiba, ben olmasam şimdi çolak kalacaktın…
Koca Ali yine cevap vermedi. Acı acı gülümsedi. Kızardı. Sonra birden sarardı. Hızla döndü. Bilediği satırların en büyüğünü kaptı. Sı¬valı kolunu yüksek kıyma kütüğünün üstüne koydu. Kaldırdığı ağır sa¬tırı öyle bir indirdi ki… O anda kopan kolunu tuttu. Gördüğü şeyin deh¬şetinden gözleri dışarı fırlayan Hacı kasabın önüne:
-Al bakalım, şu diyetini verdiğin şeyi! diye hızla fırlattı. Sonra esvabının kolsuz kalan yenini sıkı bir düğüm yaptı. Dükkândan çıktı.
Onun vaktiyle geldiği yer gibi, şimdi gittiği yeri de şehirde kim¬se öğrenemedi.
(Yukarıdaki yazıda Ömer Seyfettin'in „Diyet“ aldı hikayesini özünü bozmadan kısalttım.)
…..
Çalıştığım şirkette zaman içinde birbirimizi daha iyi tanıyıp aynı kafada olduğumuz için iş dışında da iyi arkadaş olduğum bir mühendis arkadaşım Mustafa var. O bana kimseye anlatmadığı bir hayat hikayesini anlattı. Mustafa beş çocuklu zor geçinen bir ailenin en büyük oğluymuş. Babası bir tekstil fabrikasında düşük ücretle işçi olarak çalışıyormuş. Mustafa lisede çok başarılı bir öğrenciymiş. Geçim durumları zor olduğu için üniversiteye gitmek istemesine rağmen babası bir an evvel işe girip aileye katkı sağlamasını istiyormuş. Bunu duyan fabrika sahibi Mustafa'nın üniversite masrafları, kalacağı yurdun parasını üstlenip, Mustafa'ya da hafta sonları, ya da boş zamanlarında fabrikada ufak tefek işler yapması ve biraz da para kazanması şeklinde bir büyük yardımı Mustafa'nın babasına teklif etmiş. Çaresiz aile bu teklifi büyük bir minnetkarlıkla kabul etmiş. Mustafa da çok başarılı bir öğrenci olarak dört yıl bu fabrika sahibinin mali desteğiyle ekonomi tahsili yapıp sonunda önemli bir şirketin finans gurubunda işe başlamış. Onu okutan fabrika sahibi bundan sonra Mustafa 'yı hiç rahat bırakmamış. Mustafa gel bugün arabamın lastiklerini değiştir, Mustafa gel bizim evi badana yap, Mustafa git bizim için alışveriş yap, Mustafa gel bizim tuvalet tıkandı onu aç şeklinde ardı arkası kesilmeyen ve Mustafa'nın boş vakitlerini devamlı dolduran ve hatta bu işler için ara sıra izin almasını gerektiren talepleri hiç bitmemiş. Mustafa buna iki yıl dayanmış ama sonunda yeter artık demiş. Birgün ekonomi okuduğu üniversitenin ona verdiği diplomasını alıp fabrika sahibinin ofisine gitmiş ve onun önünde diplomasını birkaç parçaya yırtıp, çöp sepetine atmış, arkasını dönüp ofisten çıkmış. Mustafa ondan sonra çalıştığı finans işinden de ayrılmış. Bulduğu ufak tefek işlerde çalışıp üniversite masrafını kendi karşılayarak yine sıfırdan üniversite okuyup endüstri mühendisi olmuş ve şimdi bizim şirkette çalışıyor. Ona daha evvel ekonomi okutup masraflarını üstlenen fabrika sahibine nankörlük yaptım belki diye de içine oturmuş, ama onun beni üniversitede okuttu diye diyetini istemesine daha fazla dayanamadım diyor. Kim ne derece haklı, kim değil ben bilemem tabii.
25.12.2019
Okunma Sayısı: 2179
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişdir.